Melez Kampı
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Melez Kampına Hoşgeldiniz!
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Esmeralda G. Temple

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Esmeralda Gwen Temple

Esmeralda Gwen Temple


Lakap : Lakabım Esmé ama Es, Essy, Esmeral, Alda hatta ~ Esmer ~ diyen biLe var ;) Bana kalacak olursa, ki genelde kalmıyor, Esmeralda yeterli.
Mesaj Sayısı : 14

Esmeralda G. Temple Empty
MesajKonu: Esmeralda G. Temple   Esmeralda G. Temple Icon_minitimeC.tesi Tem. 09, 2011 12:57 pm

Spoiler:


Boş ciğerlerimi soğuk havayla doldurdum. Hani "Ciğerlerim bayram etti." derler ya, onun böyle bir şey olması gerek. Ne kadar süredir nefes almıyordum acaba? 1 saat? 2 saat belki? 3 mü? Hadi canım! Eğer vaziyet gerçekten buysa, şimdiye ölmüş olurdum. Yoksa öldüm mü ben !? Ölümüyüm?
Ölmek bu mu yani? Tarifi bile olmayan bir baş ağrısı, anlamsız bir sıcaklık düşüşü, açlık... Sahi ya, hafıza kaybını da eklemek gerek. Çünkü -sözde- ölmeden önce neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Neden öldüm? Nasıl öldüm? Kim benden ne isterdi ki? Yoksa kaza mı geçirmiştim? Hatırlamıyorum... Öldüğümü hatırlamıyorum, hah! "Yeter!" diye bağırdım içimden, "Kimsenin öldüğü falan yok!"
Nedendir bilinmez ama uyuşmuş beynimin bu sakinleştirici düşünceyi hazmetmesi uzun sürmüştü. Gözlerimi açmayı düşünebilmek daha da uzun. Tabi bunu başarmak hepsinden uzun... Bilinmeyen bir nedenden dolayı ağırlaşmış göz kapaklarımı açmak için o kadar uğraşmıştım ki, başımın ağrısı iki katına çıkmıştı. Sanki biri kafamda bir vazo kırmıştı. Büyük bir vazo. Büyük ve sert bir vazo. Şöyle ağır olanından...
Nihayetinde gözlerimi açmayı başarmıştım. Ama bu şuan bulunduğum duruma yardımcı olmuyordu çünkü nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Önce olanları hatırlamak yardımcı olabilirdi belki ama bunu denemeyi düşünebilecek kadar gücüm kalmamıştı.
Şimdi size bulunduğum yeri uzun uzun anlatmayı çok isterdim fakat anlatacak pek bir şey yok. Bembeyaz bir odadaydım, o kadar. O kadar yani.. Ne bir cam, ne bir gün ışığı, ne bir son moda ayakkabı... "Evet," diye geçirdim içimden. "Bu durumda ölmeyi tercih edebilirim..." Acı dolayısıyla içimden söylene söylene yerimde doğruldum. Etrafa bakmayı sürdürüyordum ama bakacak pek fazla bir şey yoktu. Beyaz duvarlar, altından yapılma kocaman, büsbüyük bir kapı ve üstünde doğrulduğum beyaz döşek.
Soğuktan parmaklarımın uyuştuğunu hissedebiliyordum ama onları çıtlatmayı başardım. Söyle bir gerindim, bir kere daha buz gibi havayı içime çektim ve kalan tüm gücümle, yerden de destek alıp sendeleyerek ayağa kalktım. Doğru dürüst yerimde durmak biraz zamanımı aldı ama herşey tamamlandığında düşüncelerin aktığı kapıyı açtım hemen.
Bilmeyenlere duyurulur; "Kimim ben?" diye düşünmek gariptir ama "Adım neydi benim?" diye düşünmek daha da gariptir. Ve hatırlayamamak daha da garip...
Nereye gidersem gideyim beni hiç yalnız bırakmayan içimdeki ses hemen "Hayır!" diye itiraz etti. "Sen Esmeralda'sın." Hafızamın derinliklerine gömülmüş ufak tefek anıları bir araya getirerek kim olduğumu hatırlamıştım. Ya da öyle umuyordum. Tabi bu başımın ağrısını üçe katlamıştı ama, ne yapalım...
Acaba burası neresiydi? Ben buraya nasıl gelmiştim? Niye? Sorulacak o kadar çok soru vardı ki...
Dışarıdan bir kuvvet kapı kolunu çevirirken “Sanırım cevapları öğrenmek üzereyim.” Diye geçirdim aklımdan.
Normalde kendinizi bilmediğiniz bir yerde, kim olduğunu bilmediğiniz biri tarafından bulunduğunuz odaya açılan tek kapının aralanmak üzere olduğunu bilmek size endişe veriyor olmalıdır. Ama ben ne yaptım? Orada öylece durdum! Gözlerimi yere dikmiş, altın kapının aralanmasını, gaddar bir adamın içeriye girip bana işkence etmesini bekliyordum.
Şimdi geriye dönüp bakınca, keşke içeriye giren gaddar bir adam olsaymış diyorum. Ya da organ mafyası...
Kapı yavaşça açıldı. Garip takırtılar, birçok farklı ses ve tıslamalar eşliğinde kapı kapandı. Kaşlarımı çattım. “Ne yani?” diye söylendim içimden huysuzca. “Odaya bir yılan mı girdi şimdi?” Hah, klasik...
Başımı kaldırdım ve karşımdaki hayret ve hayranlık verici derecede iğrenç yaratığa baktım. Yaratıklara mı demeliyim yoksa? Bu da neydi böyle?!
Çılgınca başımı her yöne çevirdim. Duvarların hepsini didik didik taradım ama herhangi bir kamera yoktu ortalıkta. Yok, hayır; bu kesinlikle bir kamera şakasıydı. Haha! Çok komik... Şimdi bu garip kostümün içinden 30lu yaşlarda bir adam fırlayacak ve bana kameraya el sallamamı söyleyecek. Tabi ben de ona “Bu hangi kanal?” diye soracağım.
Eh, ne yazık ki işler düşündüğüm gibi gitmedi.
Ben size şu yaratığı anlatmadım değil mi? Midem bulanıyor, ondan olsa gerek. Yaratığın vücudunun ön tarafı aslan, orta kısmı keçi ve bir yılan kuyruğundan oluşmuştu. Şimdi eminim aklınıza aslan kafalı, keçi postlu, yılan gibi kuyruğu olan bir varlık gelmiştir. Öyle olsa iyi! Yaratığın kafası aslandı, evet. Ama gövdesinden, keçi postunun arasından bir keçi kafası yükseliyordu. Kuyruğu da bildiğiniz yılandı! Tıslayan, kıvrılan bir yılan. Üç hayvanı da bir araya getirseniz, işte size böyle birşey çıkardı.
Ağzım açık kalakaldım. Bunu sadece şaşkınlığımı dile getirmek için söylemiyorum, ağzım gerçekten açıktı çünkü. Yutkunmaya çalıştım, ama tabiki de başaramadım. Öksürmeye çalıştım, o da olmadı. Bari konuşayım dedim, onu hiç beceremedim. Anlaşılan geçici bir felç geçirmiştim.
Yaratık başını yana eğip bana çözemediği bir bilmece gibi baktı. Vücudunun geri kalanı görünmediğinde Narnia Günlükleri’ndeki Aslan’a benziyordu. Asil, tatlı ama sert. Sonra o geriye kalan kısım gözüme ilişiyordu.
Bir şey “Ne duruyorsun evladım?” diye mırıldandı öfkeyle. Bir kere daha odayı süzdüm. Hayır, içeride bu olağandışı yaratık ve benden başka kimse yoktu. Kaşlarımı çattım. Bu gerçekten bir kamera şakasıydı. Az önce konuşan da şakayla alakası olan biriydi.
“Bağırsana! Çığlık çığlığa kaçsana!” Yaratığın kendisi mi, yoksa konuşabilmesi mi beni daha çok şok etti, henüz çözebilmiş değilim. Evet, konuşan kesinlikle bu yaratıktı. Ağzının oynadığını, gözlerinin sabırsızlıkla bana baktığını görmesem, hayatta inanmazdım.
Dilim tutulmuştu. Hala yutkunamıyordum. Düşünme yetimi şaşırtıcı olsa da kaybetmemiştim. Ellerim titriyordu. Gözlerimi öyle bir kısmış, kaşlarımı öyle bir çatmıştım ki, gözlerim kaybolma riskiyle karşı karşıyaydı. Konuşma yeteneğimi tekrar kazandığımda ne söyleyeceğim hakkınka hiçbir fikrim yoktu.
Yani her zamanki gibi, aklıma gelen ilk şeyi mırıldanarak saçmaladım; “Pisi pisi...”
Yaratık gözlerini kırpıştırdı. Eminim en az benim ona baktığım şaşkınlıkla bana bakıyordu. Sarı kaşlarını çattı. “Ciddi misin sen?” diye azarladı beni. İçerlemişe benziyordu. Eski bir dosta ihmal ettiği için kırgın gibi bir hali vardı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Kocaman bir yaratık, karşımda durmuş ağlamak üzereydi. “Daha neler göreceğiz acaba?” diye geçirdim içimden.
“Ben Yüce Chimaera!” diye kükredi. 2 metre geriye uçunca kaşlarımı çattım. Eski halinden eser kalmamıştı ama ben eski halini tercih ederdim. Chimaera beni azarlamaya devam etti. “Likyalıları katleden, ağzından ateş üfleyebilen, 15 ton ağırlığında-“
“Bir dakika.” Diye durdurdum Chimeaera’yı. “Ağzından ateş üfleyebilen mi?” Benim bildiğim aslanlar ağzından ateş üflemezdi. Keçiler de, yılanlar da...
Chimeaera hemen göğsünü kabarttı. Son derece gururlu görünüyordu. “Doğru duydun küçük melez.” Diye mırıldandı küçümsemeyle. Yüzünde aptal bir sırıtış vardı. “Bellerophon tarafından öldürülene kadar...” Sinirle yüzünü buruşturdu. Huzuru kaçmış, gülümsemesi silinmişti. “... her yeri yakıp yıkmakla geçirdim ömrümü!” Gülümsemesi geri gelmişti ama bu gülümsemede gizli bir kurnazlık vardı. “Harika.” Diye söylendim.
Heybetli canavardan gözlerimi alamıyordum. Hayranlıktan değil tabi, boş bulunup da o koca ağzıyla beni yutmasın diye. Kaçma olanağımı gözden geçiriyordum ama durum pek parlak değildi. Chimeaera odanın yarısından fazlasını kaplamıştı, o kapının neden o kadar büyük olduğunu şimdi anlamıştım.
Bu arada, acaba Chimeaera kapıyı nasıl açmıştı? Patilerine baktım. Bunlarla bir kapı kolunu çevirmek mümkün müydü? Bilmem ki! Hayatımda hiç kedi olmadım...
Chimeaera muhtemelen aklından “Şu veledi sabaha mı saklasam, yoksa şimdi mi yesem?” diye geçiriyor olmalıydı. Kaçmak için bir açı yakalamaya çalışıyordum, bu yüzden onu lafa tuttum. “Yani sen – Sen bir uzaylı mısın?” diye saçmaladım. Elbette ki bir uzaylı değildi. Böyle uzaylı mı olurmuş canım!
Belli ki Chimeaera’da benimle aynı fikirdeydi. Kahkahalarla katıla katıla gülerken yerler sallanıyordu. “Harika!” diye söylendim tekrar içimden. “Az önce bir yerlerde deprem oldu...”
Chimeaera gülmeyi kesince alayla bana baktı. “Uzaylı mı?” diye mırıldanırken hala hafifçe kikirdiyordu. “Gerçekten minik Melez, bu kadar mı kötüsün?” Sanki harika bir espri patlatmış gibi tekrar katıla katıla gülmeye başladı. Çapraz istikamette yavaşça yürürken, “Minik Melez mi?” diye mırıldandım tedirgin tedirgin. Aslında ne kastettiği umrumda bile değildi, tek istediğim kapıyı yeniden görebilmekti.
Şimdi Chimeaera gerçekten eğlenmişe benziyordu. Gülmekten yerde yuvarlanmaya başlaması an meselesiydi. Adımlarımı iyice yavaşlattım, henüz ezilmek için gençtim.
“Melez.” Diye tekrarladı Chimeaera. Sanki ben öncesinde ne dediğini duymamıştım. Sinirle ona baktım. “Orasını biliyorum!” diye homurdandım öfkeyle. “Ama melez değilim ki ben, açık tenliyim!”
Chimeaera yine katıla katıla gülmeye başladı. İyiden iyiye canımı sıkıyordu bu durum. Küçümseyici bir bakışı vardı hele, öldüresim geliyordu yahu!
“Öyle Melez değil.” Diye mırıldandı sakinleştiğinde. “Sen de bunu gayet iyi biliyorsun.” Kaşlarını havaya kaldırdı. Kaşlarımı çattım ona. “Tanrılar’la ölümlülerin çocukları?” dedi soru sorar gibi. Hala boş boş ona baktığımı görünce üsteledi. “Yünan mitolojisi?” Merakla bana baktı. “Hayır.” Diye mırıldandım.
“Gerçekten hiçbir şey bilmiyor musun?” Hayır anlamında başımı iki yana salladım. Neyden bahsediyordu bu? Ne mitolojisi? Yünan mı? Ay, hiç sevmem! Okulda en sıkılarak dinlediğim derstir. Tarih dersinde insan savaşları, kralları incelememizi bekler. Ama biz durmuş mitolojiyi inceliyorduk! Saçmalık...
Yaratık biraz düşündükten sonra kaşlarını çattı. “Dalga mı geçiyorsun sen!” diye kükredi yine. Hemen ilk bulduğum duvara yapıştım. “Gerçekten hiçbir şey bilmiyorsan, beni gördükten sonra aklını kaçırıp kalp krizi geçirmen gerekirdi!”
Şöyle bir durdum. Aslında Chimeaera haklıydı. Ben neden hala son derece şuurlu bir şekilde kaçmaya çalışıyor, ölmek üzere olduğumu kabullenmiyordum?
İçimden bir ses “Sakın pes etme!” diye mırıldandı. Ama bu ses benim içimdeki arkadaşımın sesi değildi. İçimdeki arkadaşın sesi genç ve cılız olurdu. Hatta bazen o kadar cılız olurdu ki, onu duymakta zorlanırdım. Ama bu ses, güçlüydü. Eski ve güçlü.
Kaderime karşı gelmemekle alakalı tüm düşüncelerim bir anda aklımdan siliniverdi. Kendime daha da bir güvenir oldum. Chimeaera’ya bir yumruk atasım gelmişti, tabi yaklaşık 2 metre boyumun uzaması gerekirdi, o ayrı...
Derin bir nefes aldım. Bunu yapabilirdim. İçimde hala yaşama sevinci vardı ve bu garip varlık tarafından öldürülmeye hiç niyetim yoktu. Birkaç kez daha derin nefesler alıp verdim ve son hızla kapıya doğru koştum.
Benden hala cevap bekleyen Chimeaera’nın neler olup bittiğini anlaması ne yazık ki uzun sürmedi. Kapı kolunu çevirip koca kapıyı tüm gücümle ittirerek açtım. Kendimi dışarıya atar atmaz hemen tüm gücümle kapıyı geriye doğru ittirdim. Büyük bir gürültüyle kapı kapandı.
Son hızda koşmaya başladım.
Nereye koştuğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Buranın neresi olduğu hakkında da... Ama bildiğim birşey vardı ki, birinin gözü benim üstümdeydi. Ve umuyordum ki, o ‘Biri’ bana yolu gösterirdi.
Kapının ardından gelen Chimeaera’nın kükremesini duyabiliyordum. “Seni bir elime geçireyim, bak gör sen!” der gibiydi. Sonra arkamdan bir gürültü geldi. Sanki bir bomba patlamıştı. Ya da yaratık gerçekten yerde yuvarlanıyordu. Artık kahkaha atmaktan mı, yoksa sinirden mi bilinmez... Sonra bir anda gürültü durdu. Ben de durdum. Niye bilmiyorum ama en büyük hatayı yaptım, dönüp arkama baktım.
Herşey bıraktığım gibiydi. Kapı kapalı duruyordu ve koridor boştu.
Sonra çok tiz bir ses duydum. Hemen kulaklarımı tıkadım, bu sese fazla dayanamazlardı. “Bu da neyin nesi?” derken alevleri gördüm. Cayır cayır güçlü alevler, altın kapını her yerini sardı. Koca kapı karşımda un ufak olup erirken, sadece bakakaldım. Hatta alevlerin arasından Chimeaera sinirle dışarıya fırlayıp bana doğru koşarken bile!
“Koşsana!” diye bağırdı içimdeki bana ait olmayan ses endişeyle. Bu ses beni kendime getirmişti. Önüme döndüm ve yine son hızda koşmaya başladım. Chimeaera bana iyice yaklaşmıştı. Onun bir adımı benim yaklaşık 9 adımım kadardı, bu yüzden bu normal birşeydi.
Gölgesi artık benden önde gidiyordu. Çok geçmeden o da benden önde gitmeye başlamıştı. Durup ters istikamette koşmaya başlamak aklıma gelene kadar köşeye sıkışmıştım.
“Şimdi insanlığın en büyük düşmanlarından biriyle tanış. Ateşimle...” diye kükrerken dişlerinin ne kadar büyük olduğunu bir kere daha fark ettim. Ben daha ne olduğunu anlayamadan biraz geriye çekildi ve derin nefesler almaya başladı.
“Eyvah!” Diye mırıldandım içimden endişeyle. “Kesin beni ızgara yapmayı planlıyor.”
Buraya kadardı işte. Tam kendime güvenimi kazanmış, hayatımı geri kazanmıştım ki, acı içinde ölme vakti gelmişti. Geriye gömülecek bir bedenim bile kalmayacak olması çok acıydı... Halbuki ben hep babamın mezarının yanına gömülmeyi dilemiştim.
“Ben sana sakın pes etme demedim mi?” diye mırıldandı yine içimdeki kime ait olduğu belirsiz ses. Kızgınlık ve kırgınlık arası bir tonla konuşuyordu. Ama bu durumda bile, kendime olan güvenim geri geldi. Yumruklama duyum yeniden harekete geçti ama Chimeaera’ya yumruk atmam mümkün değildi.
İçimdeki “Savun kendini!” dürtüsüne karşın yapacak birşeyler düşündüm, ama düşünecek pek birşey yoktu. Kaçamıyordum, olmayan telefonumdan polisi arayıp “İmdat!” diye bağıramıyordum, yanımda yangın söndürücü taşımıyordum, ve Chimeaera’ya yumruk yapıştıramıyordum. E geriye ne kalıyordu?
“İnanmak.” Yine içimdeki sesti bu. “Düşüncelerim de mi okunuyor?!” diye isyan ettim içimden. Bir kahkaha sesi duydum. “Dua et ki okunuyor. Yoksa seni kim kurtaracak?” diye mırıldandı ses alayla. Kendinden baya memnun duyuluyordu. “Hah!” diye homurdandım. “Ne kurtarmak, ne kurtarmak... Şuan hala hayattaysam onu da şu koridordaki tüm oksijeni içine çekmeye kararlı olan Chimeaera’ya borçluyum.”
Evet, son derece garip bir düşünceydi ama en azından Chimeaera gerçekten de tüm oksijeni içine çekmeye kararlı gibi görünüyordu. İçimde bir yerlerde bir kırgınlık hissettim. Karşı taraftaki gizemli bana darılmış mıydı yani? Bu nasıl iş böyle! Daha onu yeni keşfettim ben!
“Her neyse.” Diye mırıldandım tedirgince. “Sen ne diyordun?” Ses anında tüm olanları unuttu ve son derece hevesli bir şekilde “Onu yenebileceğine, alt edebileceğine yeteri kadar inanırsan, belki bir şansın olabilir!” diye devam etti. Ne kadar da umut vaad ediyordu. “Belki.” Demişti. Peki ya olmazsa...
“İnanırsan olur.” Diye mırıldandı, sesi biraz uzaktan geliyordu şimdi, ama hala o güçlü tonunu koruyordu.
“Ama inanmıyorum!” diye itiraz ettim içimden. Ses gelmedi. Chimeaera’nın beni küle dönüştürmesine saniyeler kalmıştı. Gözlerimi kapadım. Ölmeye hazırladım kendimi. Ama bir yandan da içimdeki sesin son sözleri aklımda yankılanıyordu. “İnan...”
Muhtemelen koridorda benim payıma düşen son oksijeni içime çektim ve içimden şunları tekrarladım. “Ben güçlüyüm, ve her türlü güçlüğün üstesinden gelebilirim.” Sonra gözlerimi açtım. Hiçbir şey olmamıştı. Yaratık hala burnundan derin derin nefesler alıyordu. Bu kadar kolay olmasını da bekleyemezdim zaten.
Yaratık gözlerini açmış, bana dikmişti. Ölümümü keyifle izlemeyi çok ister gibi bir hali vardı. “İşte bu, bittiğim andır.” Diye geçirdim içimden. Bildiğim tüm duaları okuyor, bir yandan da tekrar tekrar içimden “Ben güçlüyüm, ve her türlü güçlüğün üstesinden gelebilirim.” Diye mırıldanıyordum.
Canavar uzun süredir içinde tuttuğu nefesi alevlere dönüştürmeye çalıştı. Ama ağzından sadece dumanlar çıktı. “Sigara içen bir aslan kafalı keçi - yılan mı?” diye güldüm içimden. “Bu nasıl bir gün yahu!?”
Chimeaera öksürdükçe heryerinden dumanlar tütmeye başladı. Yılan kuyruğu tıslıyor, kıvranıyordu. Bir yandan “Meeee.” Diye sesler çıkarırken, bir yandan da kükremeye çalışıyordu. “Sen ne yapıyorsun!” diye bağırmıştı galiba, ama ağzından çok cılız ve tiz bir ses çıkmıştı.
Şaşkınlıkla Chimeaera’ya baktım. Öfkeyle parlayan gözlerindeki ışık sönerek yerini korkuya bırakıyordu. Koridor o kadar duman içinde kalmıştı ki, ben de onun gibi öksürüyordum. Elimi nefes almamak için burnuma götürürken “Ben birşey yapmıyorum!” diye bağırdım.
Zavallı (!) Chimeaera’nın beni dinleyecek hali bile yoktu. Acıyla kıvranırken suçlarcasına bana bakmaya çalışıyordu. “Durdur şunu!” diye acıyla homurdanırken kuyruğu erimeye başlamıştı. “Meeee!” diye yalvardı, ama nafileydi. Çünkü bunun ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu ki durdurayım! Gerçi bilseydim de durdurmazdım...
Tam anlamıyla iğrençti! Chimeaera acı dolu bir çığlık attı ve patladı. Evet, patladı! Şimdi birşeyi anlayın; ben korkak değilim. Her türlü korku filmini gözümü kırpmadan izlerim. Ama böyle bir olay yanınızda olursa, inanın siz de korkuyla gözlerinizi kaparsınız.
Gözlerimi açmadan önce derin bir nefes aldım. Ne gibi bir manzara beklediğimi, ya da beklemem gerektiğini bilmiyordum. Ama pek iyi bir görüntü olmayacağı kesindi.
Sonra garip birşey oldu. Kendimi incecik bir boruya zorla tıkıştırılmış gibi hissettim. Bir yere doğru çekilme hissi de cabası. Ciğerlerim isyana kalkışmış, resmen ağzımdan çıkmaya çalışıyordu. Her yerden kapalı olan koridorda olmayan rüzgar hızlandı.
Başım yine eskisi gibi ağrımaya başladı. Tüylerim diken diken olmuştu. Gözlerimi açmayı denedim, ama başaramadım. Kulaklarım tıkanmıştı. Bağırsam kendi sesimi duyamazdım. Başaşağı çevrilmiş gibi hissediyordum. Yer çekimine meydan okuyordum sanki.
Sonra aniden herşey gitti. Yeniden son derece normal bir şekilde duyabiliyordum. Başımın ağrısı dinmişti. Nefes alışım normalleşti. Gözlerimi açabileceğimi biliyordum ama açmadan önce biraz bekledim. Ani sıcaklık artışı şüphelenmeme neden olmuştu.
Gözlerimi açtım.
En azından bu kez açıklık bir alandaydım. Güneş tüm neşesini ısrarla bana yansıtıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Rüzgarın tatlı uğultusu, kuşların cıvıltısına karışmıştı. Pozitif enerjiyi, mutluluğu ve huzuru hissedebiliyordum. Burası Chimeaera’nın mekanından çok daha iyiydi!
Burada beni ne bekliyordu acaba? Domuz kafalı atlar mı? Eşek kafalı at da olabilir... Artık beni hiçbir şey, Chimeaera’yı gördüğüm andaki kadar korkutamazdı.
Boş boş bakan gözlerime önemli bir görev verdim. “Ortalığa göz gezdirin!” En azından bu kez, gözlerim hemen olmasa da emre uydu.
Birbirinden farklı, egzotik birçok kulübe görebiliyordum. Sadece birbirlerinden de değil, bildiğimiz kulübelerden çok farklıydılar. Kimisi çok sade ve gizemli, kimisi ise bulunabilecek herşeyin birleşimi gibi duruyordu. Kaç tane olduğunu saymaya elim varmadı çünkü dikkatimi başka birşey çekti.
Ben bu açıklık alanda sırt üstü uzanmıştım, yani yerdeydim. Kim bilir saçlarım ne durumdaydı?! Bu düşüncenin ardından hemen bir hışımla ayağa kalktım. Söz konusu saçlarım olunca başka birşeyin önemi kalmıyordu.
Saçlarımın son derece bakımlı ve düzgün olduğundan emin olunca kulübeler yine gözüme çarptı. O kadar heybetli ve ilginçtiler ki, onları görmezden gelmek mümkün değildi.
Daha ne olduğunu anlayamadan kendimi onlara doğru usulca yürürken buldum. Anladığımda da zaten yürümeye devam ediyordum. Ta ki, o yabancı, kibar ve güçlü sesi duyana kadar. “Siz de kimsiniz?”
Hızla arkama döndüm.
Karşımda bir adam duruyordu. Son derece sıradan bir adam gibi gözüküyordu başta. Hani sokakta boş boş gezinen normal bir adam gibi. Sonra vücudunun geriye kalanı gözüme ilişiyordu.
Vücudunun belden yukarısı normal bir insan, geriye kalanı ise attı. Parlak, kahverengi tüyleri güneşin ışıltısında renkten renge bürünüp gözlerime yansıyordu. At kuyruğu asaletle sallanıyordu.
Chimeaera’ya kıyasla o kadar şoke edici ve korkutucu gelmiyordu. Aksine, cana yakın ve uysal görünüyordu. Zaten hayatım boyunca atlara karşı bir hoşgörüm olmuştur hep. Buna bir de son derece insanımsı bir kafayı eklediğimizde, at adamdan iyi bir dost olabilirdi...
“Ben Esmeralda.” Diye cevapladım havada kalan sorusunu. At beni şöyle bir süzdü ve dikkatle gözlerimin içine baktı. “Şu işe bakın!” diye mırıldandı şaşkınlıkla. “Bu kez biz yeni meleze değil, yeni melez bize gelmiş!”
Yine mi şu melez olayı? Neydi şu melez dedikleri? Ben melez değilim ki, açık tenliyim!
At boş bakışlarımdan az çok düşüncelerimi anlamışa benziyordu. Şaşırmamıştı, aksine bunu bekliyordu. Birkaç adım bana doğru yürüdü ve o an hayatımı değiştirecek olan bilgileri bana aktardı. Sonunda kendimi gerçekten ait hissedebileceğim bir yuva bulduğumdan habersiz, anlattıklarını şaşkınlıkla dinledim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Athena
Admin
Athena


Lakap : Çok Bilmiş-Ares'ten, Burnu Havada-Poseidon'dan.
Mesaj Sayısı : 43

Esmeralda G. Temple Empty
MesajKonu: Geri: Esmeralda G. Temple   Esmeralda G. Temple Icon_minitimeC.tesi Tem. 09, 2011 1:01 pm

Puanınız:100! Tebrikler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Esmeralda G. Temple
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» #Esmeralda Gwen Temple's
» Perc Temple
» Jill Violet Temple RP
» Hanna Olıvıa Temple.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Melez Kampı :: Karakter :: Karakter Oluşturma :: Rp Puanı Belirleme-
Buraya geçin: